Platon&Aristoteles(Atina Okulu Tablosundan)

1 Ekim 2019 Salı

Neden Saldırganca Davranırız?




   Saldırganlık, sosyal psikolojinin uğraşı alanına giren bir davranış biçimidir. Psikolojide saldırgan davranışlar ikiye ayrılmaktadır: Bir araç olarak saldırganlık bir hedefe ulaşmayı sağlamak üzere gerçekleştirilen dolaylı saldırganlık eylemlerinden oluşur. Örneğin birinin parasını almak için kafasına vurmak gibi. Düşmanca saldırganlıkta ise zarar vermek ana amaçtır. Örneğin farklı futbol takımlarının taraftarlarının birbirine saldırması gibi. Peki saldırganlığın nedenleri nelerdir?Birlikte inceleyelim.

  Saldırganlığın Nedenleri
  1. Görüş:Saldırganlık Doğuştandır.(Psikoanalitik Yaklaşım)
  Bu yaklaşıma göre saldırganlık insanın biyolojik yapısında vardır. Görüşün savunucuları saldırganlığı insan evrimi çerçevesinde incelemiş ve saldırganlığın insanoğlunun varlığını sürdürebilmesi için gerekli görmüşlerdir.
Bu görüşün savunucularından Freud, saldırganlığın yararlı olduğunu ve belki de gerekli bir işlevi yerine getirdiğini öne sürmüştür. Freud'a göre insanlar saldırganca davranışlarda bulunmazlarsa enerji birikir, kendine bir çıkış arar ve bir şekilde davranışa yansımazsa sonuç olarak ruhsal rahatsızlık şeklinde kendini gösterir. Saldırganlığın davranışa yansıması durumunda ise kişi  deşarj olup saldırgan enerji düzeyini azaltacak, yani daha sonra saldırgan olma olasılığı düşecektir. Bu görüşe psikoanalitik yaklaşımda ''katarsis'' denilmetedir.(Katarsis Yunanca kökenli bir kelime olup ''arınma'' anlamına gelir.)Katarsis neden saldırganlığı azaltmaz? Çünkü bir kere saldırgan bir davranışta bulunmak, tekrar böyle davranmayı kolaylaştırır. Saldırgan davrandığımız insana karşı tutumumuz ve bakışımız değişir. Tekrar o kişiye karşı olumsuz duygularda artış görülür. Tekrar o kişiye karşı iyi davranmaya çalışmak ise bilişsel bir çelişki yaratır. Böyle bir bilişsel çelişki yaşamamak için o kişiye karşı bir dahaki sefere tekrar saldırganca davranma eğilimi içine girilir.

 2.Görüş:Saldırganlık Öğrenilir(Sosyal Öğrenme Yaklaşımı)
 Saldırganlık doğuştandır görüşünün bulgularının çoğu insanlarla değil hayvanlarla yapılan deneylerle elde edilmiştir. Bu yüzden Berkowitz insanlarda görülen saldırganlık davranışının hayvanlarınkinden farklı olduğunu öne sürmüştür, çünkü ona göre insanların saldırgan davranışlarında öğrenmenin rolü büyüktür. İnsanlarda doğuştan gelen davranış eğilimlerinin öğrenme aracılığıyla değişime açık olduğu görüşünü destekleyen birçok bulgu vardır.Örneğin bazı ilkel kabilelerde saldırganlığa modern dünyadakinden daha az rastlanmaktadır. Bir başka önemli bilgi de, sosyal koşullarda görülen değişimlerin saldırganlığa yol açabilmesidir. Örneğin yüzyıllar boyu barış içinde yaşamış Amerikan kabileleri 17.yy'da ülkelerine yeni gelen Batılılarla başlayan ticaret nedeniyle komşuları olan kabilelerle savaşmışlardır. Saldırganlığın öğrenilebilir olduğuna dair bir başka delil de, saldırganlığı sadece izlemenin bile saldırganlığı arttırdığının bulunmuş olmasıdır. Bu duruma en güzel örnek Bandura'nın plastik bebek deneyi örnek olarak verilebilir.

 3.Görüş:Saldırganlık Engellenme Sonucu Ortaya Çıkar
 İnsan amaçlarla hareket eden bir canlıdır. Amaca ulaşmak üzere olan bir organizmanın önüne beklenmedik engeller çıkması durumunda öfke artar ve bu da saldırganca davranma ihtimalini arttırır.Öfkeyi ve saldırganlığı arttıran üç temel etken vardır:1)Hedefe yakınlık, 2)Beklenmedik engeller ve 3)Görece yoksulluk. Engellenmelerin saldırganlığa yol açtığı görüşü çokça eleştiri de almıştır. Eleştirilerden birincisi, kişinin engellendiğini hissettiği bazı durumlarda saldırganlaştığı ancak diğerlerinde sakin kalabildiğidir. Diğer ikinci bir eleştiri ise engellenme durumu var olmadan da insanların saldırganca davranışlarda bulunabilmesidir.

 Saldırganlık Nasıl Azaltılabilir?
 1)Saldırgan Davranışların Cezalandırılması ve Alternatif Davranışları Ödüllendirme
 Saldırgan davranışların cezalandırılması ya da ciddi düzeyde değilse göz ardı edilmeli; saldırgan olmayan, yapıcı ve uyumlu davranışlarsa ödüllendirilmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken, cezanın kişinin bir şeyler öğrenmesini sağlayacak ve bir daha tekrarlanmayacak şekilde uygulanmasıdır. Bu yüzden fiziksel ve psikolojik cezalandırma yöntemleri saldırgan davranışları azaltma da etkili birer yöntem asla değildir.

2)Saldırgan Olmayan Modeller Sunma ve Saldırgan Modellerin Cezalandırılması
Nasıl davranılması gerektiğinin net olmadığı durumlarda ne yapacağımıza sosyal ortamdan etkilenerek karar vermekteyiz. Dolayısıyla kişinin etrafında onunla benzer şartlarda olan ve sorunlarını şiddet içermeyen yollardan çözen insanların varlığı, kişinin de böyle davranmasını önemli derecede arttırır. Fakat bazen saldırgan modellerin cezalandırılması bazı durumlarda işe yaramayabiliyor. Örneğin ABD kaynaklarına göre idam cezasına rağmen öldürme davranışında azalma görülmemiştir.

3)Empati Geliştirme Becerisi
 Empati yapmak saldırganca davranan birey açısından en kilit noktadır. Empati sayesinde kişi kendisini saldırganca davrandığı kişilerin yerine koyabilir ve bu davranışını karşısındakinin gözüyle değerlendirip davranışının aslında ne kadar zarar verici olduğunu anlayabilir.

30 Eylül 2019 Pazartesi

Homo Habilis'ten Modern Homo Sapiens'e Beynin Evrimi




     1. HOMO HABİLİS
      Homo habilis Homo türünün diğer erken üyeleriyle olan kesin ilişkisi henüz netleşmemiş olsa da genellikle primat atalarından ayrılan ilk hominin olarak kabul edilir ve 3 ila 1.4 milyon yıl önce yaşamış olduğu düşünülmektedir. Homo habilis Latince kökenli bir adlandırma olup ''yetenekli, becerikli insan'' anlamına gelmektedir. Homo habilis diğer hominin türlerine göre daha büyük bir beyne sahip olduğu için daha akıllıydı ve bu zekayı kaba taş aletler yaparak göstermişti. Bu aletler çoğunlukla kaya parçalarının kırılarak keskin taş kenarları elde edilmesiyle yapılıyordu.Taş aletler aynı zamanda hayvanların uzun kemiklerini kırmak ve bu kemiklerin içinden zengin bir protein kaynağı olan kemik iliğini çıkarmak için de kullanılmış olabildiği söylenmektedir. Kemikler ayrıca Homo habilis'in diğer hominin türlerinin aksine muhtemelen bir et yiyici olduğunu da göstermektedir. Ancak Homo habilisin avlandığına dair kanıt bulunamamıştır,bu nedenle muhtemelen diğer hayvanlar tarafından öldürülen ya da yaşlılık veya hastalıktan dolayı ölmüş hayvanların leşlerini yemekteydiler. Homo habilis'in zekasına ilişkin diğer bir kanıt ise, alet olarak kullanılmak amacıyla işe yarar belirli türlerde taş eldeetmek için kilometrelerce yol katetmeleridir. Ayrıca taş aletlerini yeni yerlere taşımaları planlama yaptıklarının ve gelecekteki kullanım için öngörüde bulunduklarının kanıtıdır. Ancak tüm bunlara rağmen özfarkındalığa ve diğer bilinçsel işlevlere sahip olduklarına dair kanıt bulunmamaktadır.İngiliz psikolog Nicholas Humphrey Homo habilis'in beynine dair şöyle bir varsayımda bulunmaktadır. ''Akıllı beyinlere sahiptiler, ancak zihinleri boştu. Zekaları duyu organlarından gelen bilgiyi algılıyor ve işliyordu ama zihinleri eşlik eden herhangi bir duyunun bilinçli bir şekilde farkına varmaktan yoksundu.Zihinleri eşlik eden herhangi bir duygu olmaksızın açlık ya da korku ile hareket ediyordu.''

HOMO HABİLİS'İN BEYNİ
Homo habilis öncüllerinden daha zekiydi, çünkü Homo habilis'in beyni yüzde 50'yi aşan bir oranda daha büyüktü. İnsanlığın en önemli özelliklerinden biri olan beynin orantısız büyümesi Homo habilis ile başlamıştır. Genel bir kural olarak beyin söz konusu olduğunda büyüklük avantaj sağlar. Fakat büyüklük her şey değildir, zira son derece zeki ve başarılı insanların beyinleri boyut bakımından büyük oranda değişiklik gösterebilir. İnsan beyninin benzersizliği daha çok beyinde genişleyen özel alanlar ve bu alanlar arasındaki bağlantıların yoğunluğunda yatar. Homo habilis kafatasları beyne ait madde miktarındaki artışın esas olarak frontal ve parietal lobda daha çok, temporal ve oksipital loblarda ise daha az olduğunu akla getirmektedir. Frontal kutbun atalarımızla karşılaştırıldığında,insan beynindeki diğer tüm kısımlardan daha geniş olduğu ileri sürülmüştür. Beynin bu bölümü bilgi işleme, çalışma belleği, sosyal biliş, duyguların işlenmesi ve gelecekteki eylemlerin planlanması gibi konularda önemli rol oynar.Ayrıca insandaki frontal kutbun göreli önemi ise,  şempanzelerde benzer beyin alanından dört kat daha fazla nöron içerdiği gerçeğidir. Madde miktarının fazla olduğu diğer bir bölge olan parietal bölge çok çeşitli bilişsel, duyusal ve görsel işlevlere sahiptir. Hem üst hem de alt parietal bölgeler zeka açısından önemli rol oynarlar ve tümdengelimli akıl yürütme gibi başka entelektüel işlevlerle de bağlantılıdırlar.Bu nedenle ölümünden sonra Albert Einstein'ın beyni incelendiğinde, alt parietal alanın diğer örneklerden yüzde 15 daha büyük olduğunun saptanması büyük olasılıkla tesadüf değildir, çünkü burası görsel imgelemi matematiksel düşünce ve diğer bilişsel becerilerle bütünleştiren bir alandır.

BEYİN NEDEN BÜYÜDÜ?
Homo habilis'in beyninin neden büyüdüğü sorusunun genel olarak kabul gören bir yanıtı yoktur. İklim ve diğer çevresel koşullardaki değişikliklerin, et yemede artış gibi beslenme değişikliklerinin ve toplumsal değişimlerin beynin büyümesine sebep olduğu ileri sürülmüştür. Yaygın olarak alıntılanan bir kuram Oxford Üniversitesi'nden antropolog Robin Dunbar tarafından ortaya konmuş olan sosyal beyin hipotezidir.Bu, daha büyük beyne sahip olan primatların daha geniş sosyal gruplar halinde yaşadığı hipotezine dayanır. Dunbar bu nedenle primatların olağanüstü karmaşık sosyal sistemlerini sürdürebilmek için daha büyük beyinler geliştidiklerini iddia etmiştir.

2. HOMO ERECTUS
Homininlerin ikinci büyük sıçraması Homo erectus ile birlikte gerçekleşmiştir. Homo erectus yaklaşık 1.8 milyon yıl önce ortaya çıktı ve 300.000 yıl öncesine kadar yaşadı, yani dünyada 1.5 milyon yıl süreyle var oldular. Homo erectus da yine Latince bir adlandırma olup ''dik insan'' anlamına gelmektedir. Daha önceleri Homo erectus'un Homo habilis'ten türediği düşünülmekteydi ancak yakın tarihli arkeolojik araştırmalar Homo habilis ve Homo erectus'un şimdiki Kenya'nın kuzeyinde neredeyse yarım milyon yıl boyunca yan yana yaşadıkları, bu nedenle böyle bir evrimsel dizilim göstermelerinin daha az olası olduğu öne sürülmüştür. Homo erectus, Homo habilis'ten daha uzun boyluydu ve çok daha büyük bir beyne sahipti. Yetişkinlerin ortalama boyu 152 cm ve ağırlığı 57 kilo civarındaydı. Beyni ise 750 ila 1.250 cm küp arasında,1.000 cm küp hacmindeydi, yani beyinleri Homo Habilis'in beyninden yaklaşık yüzde 60 daha büyüktü. Modern Homo sapiens'in ortalama beyin kapasitesi yaklaşık 1.350 cm küp olduğu için en büyük Homo erectus beyni en küçük Homo sapiens beyni ile örtüşmekteydi. Dolayısıyla Homo erectus'un anatomisi ve davranışları insan olarak adlandırılmayı hak eden ilk hominid(hominin) türü olmuştur.
Homo erectus'un daha büyük bir beyne sahip oluşu beklendiği üzere yeni davranışsal gelişmelere yol açtı. Bazıları 1.7 milyon yıl öncesine tarihlenen taş aletler, Homo habilis'in yaptığı gibi bir yüzlerinden kabaca yontularak elde ettiklerinden iki yüzü de dikkatli bir şekilde keskinleşmiş aletlere dönüştü. Homo erectus iki yanı keskinleştirilmiş aletlere, baltalara ek olarak avlanmak için özel yapılmış iki uçtan sivriltilmiş ahşap mızraklar da yapmıştır. Ayrıca,aynı zamanda Homo erectus ateşi kontrol altına alan ve kullanan ilk hominindir. Ateş sayesinde avladıkları yiyecekleri pişirmeye başlamışlardır ve bu onlara büyük bir avantaj sağlamıştır: Beyinlerinin atalarının beyninden daha büyük olması. Homo erectus'un daha büyük bir beyne sahip oluşu, ufkunu yalnızca davranışsal olarak değil, coğrafi olarak da genişletmesini sağladı. Homo erectus 1.7 milyon ila 700.000 yıl önce önemli bir göç başlatarak bugünkü İspanya, Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere, İsrail, Gürcistan'dan Vietnam, Çin, Endonezya'ya kadar dünyanın dört bir yanına yayılmıştı. Bahsedilen son iki yerde Homo erectus fosilleri önceleri ''Pekin Adamı'' ve ''Java Adamı'' olarak bilinmekteydi Ayrıca Homo erectus'un yerleştiği pek çok bölge Afrika'dan daha soğuk olduğu için giysi olarak hayvan derilerinin kullanılması ve ateşin kontrol edilmesi zorunlu hale gelmişti.

ÖZFARKINDALIK
Homo erectus kendinden öncekilere göre daha karmaşık bir beyne sahipti ve daha karmaşık davranışlar sergilemekteydi. Daha zeki olmasının yanında Homo erectus muhtemelen özfarkındalığa da sahipti. Özfarkındalık, kişinin kendisiyle ilgili içgüdüsel bir düzeyden daha yüksek bir düşünme yetisini de beraberinde getirir. Böylece kişi kendi gereksinimlerini düşünebildiği gibi başkalarına karşı verdiği tepkileri de düşünme yeteneğine kavuşmuş olur. Bu anlamda özfarkındalık, ''var olduğunu bilmek'', ''ben hissi'',''kişinin kendi varlığını duyumsaması'' olarak tanımlanabilir. Bu demektir ki, özfarkındalığı sayesinde, Yunan mitolojisindeki Narcissus gibi Homo erectus da durgun suya baktığında kendi yansımasına hayran kalabilirdi.
Evrimsel olarak özfarkındalık muhtemelen beynin yaşamı düzenleyebilmesi için beden durumunun güncellenmiş haritasını sağlamak amacıyla geliştirilmiştir. Özfarkındalık aynı zamanda en yüksek düzeydeki bilinçsel özellikler için bir önşarttır; ''ben'' olmaksızın ''sen'' olmaz. Şunu da belirtmek gerekir ki, insanın bilişsel gelişimindeki önemine rağmen, özfarkındalık sadece insanlara özgü değildir. Büyük maymunlar üzerine yapılan bazı araştırmalarda, şempanze, bonobo, orangutan ve nadir olarak gorillerde de kendini tanıma beceresinin olduğu gözlemlenmiştir. Örneğin, insanlar tarafından yetiştirilen ve işaret dili öğretilen bir orangutan kendisinden ''ben'' diye bahsetmiştir. Şempanzeler de fotoğraflarda kendilerini tanımayı öğrenmişlerdir. Ayrıca yunuslar ve filler ile yapılan bazı araştırmalarda kendini tanıma becerisinin ortaya çıkışı büyük maymunlara ve insanlara özgü etkenlerin bir yan ürünü olmayıp büyük beyinli tüm hayvanlarda görülen yüksek düzeyde bir beyin gelişimi ve bilişsel beceri gibi daha genel özelliklere bağlı olduğu söylenmektedir. Primatlarda ve hayvanlarda aynada kendini tanıma ile ilgili yapılan deneyler ise şu noktayı da göz önüne sermektedir. İnsanlar dışındaki tüm hayvanlar aynada kendini tanıma konusunda ilgilerini çabucak yitirirler. Amerikan Doğal Tarih Müzesinden evrimci biyolog Ian Tattersall'ın belirttiği gibi: ''Maymunlar, aynadaki görüntüleriyle çok daha az ilgilenmektedirler. Kendilerini sosyal açıdan daha başarılı yapacak olsa bile aynadaki görüntülerini değiştirmeye çalışmamaktadırlar.''

HOMO ERECTUS'UN BEYNİ
Homo erectus'un beyni modern insan beyniyle ilginç özellikler göstermekteydi. Özellikle beyin anatomisinin en önemli dış unsurlarına sahiptiler. Rolandik ve Sylvian fissürler(yarıklar), büyük temporal ve frontal loblar, daha geniş yer kaplayan parietal lob ve beyincikleri vardı. Ayrıca beynin iki tarafı eşit değildi, bu da ileri de insan beynine özgü bir nitelik haline gelecek olan beynin sağ ve sol yarımkürelerinin belli işlevler için farklılaşmasının bir göstergesidir. Homo erectus tarafından yapılan taş aletlerin incelenmesi, bu aletleri yapanların belirgin biçimde sağ ellerini kullanmayı tercih ettiklerini göstermiştir.
Özfarkındalık şüphesiz pek çok beyin alanı ile ilgili olsa da, son zamanlarda insanlarda yapılan beyin görüntüleme çalışmalarında üç kritik bölgenin, ön singulat, ön insula ve alt parietal lobun beynin özfarkındalık ağının önemli kısımlarını oluşturduğu belirlenmiştir. Homo erectus'un beyin büyüklüğündeki artış göz önüne alındığında, beynindeki bu üç bölgede madde miktarının daha fazla olduğu ve beyindeki bağlantı yollarının bu bölgelerde daha karmaşık hale geldiği söylenmektedir. Ayrıca bu üç beyin bölgesinden biri olan alt parietal lob kişinin vücut bölümlerini ve bu bölümlerin birbirleriyle olan ilişkilerini izleme işlevi de görmektedir. Bu beceri muhtemelen Homo erectus'un daha iyi alet ve silah yapma konusunda ellerini daha hassas bir biçimde kullanmasına olanak tanımıştır.
3.ARKAİK HOMO SAPİENS(NEANDERTALLER)
Neandertal olarak bilinen bu homininlere, coğrafi olarak yaşadıkları bölgeye göre çeşitli isimler verilmiştir. Avrupa'dakilere Homo heidelbergensis ve Homo neanderthalensis; Afrika'dakilere Homo rhodesiensis; Endonezya'da iyi tanınan  bir grup hominine Homo floresiensis ve Sibirya'dakilere Denisovanlar adı verilmiştir. Fakat arkaik Homo sapiens türlerinin içinde en tanınmış olanı Neandertallerdir. Bunun nedeni hem arkeolojik araştırmaların  büyük çoğunluğunun gerçekleştirildiği Avrupa'da yaşamış olmaları hem de televizyonlarda gösterilen ''Taş Devri'' adlı çizgi film sayesinde popülerlik kazanmalarıdır. Neanderteller yaklaşık 230.00 ila 40.000 yıl önce yaşadılar. En yoğun olarak günümüz Fransa'sında yaşıyorlardı.Neandertellerin, ataları Homo erectus'un yaptığı gibi Çin'e ya da Endonezya'ya göç ettiklerine veya Afrika kıtasında yaşamış olduklarına dair hiçbir kanıt bulunamamıştır. Neandertellerin en dikkat çekici fiziksel özelliği, 1.480 cm küpe ulaşan büyük bir beyne sahip olmalarıdır. Beyinleri ortalama 1.350 cm küp olan günümüz insanından daha büyüktü. Neandertellerin boyu ortalama 1.52 cm idi. Ağırlıkları da yaklaşık 84 kg civarıydı, yani Homo erectus'tan epeyce ağırdı. Güçlü üst vücut kaslarına sahiplerdi ve günümüzün Eskimolarına benzeyen kısa ve tıknaz yapıları soğuk Avrupa ikliminde onlara avantaj sağlamaktaydı.
Neanderteller mükemmel avcılardı. Yaptıkları taş aletler, kemik aletler ve silahlar Homo erectus'un yaptıklarından daha karmaşıktı. Mızrakları Neandertel buluşlarının en üst noktasını oluşturmaktaydı. Neandertellerin yaptığı mızrakların olimpiyat ciritleri kadar hassas bir şekilde dengelenmiş olduğu söylenmektedir. Büyük bir beyne ve sofistike avlanma tekniklerine sahip olmakla birlikte Neandartel kültürünün belirgin bir şekilde durağan olduğu kabul edilir. California Üniversitesi'nden antropolog Brian Fagan'a göre ''bu tür, varlıklarını binlerce yıldır sürdürmelerini sağlayan az sayıda eski teknolojinin dışında hiçbir yeniklikte bulunmamıştır.'' Neredeyse 200.000 yıl noyunca büyük hayvanları avlamakla birlikte zıpkın ok, yay veya başka bir silah keşfedememişlerdir. Sadece beyin boyutlarına bakılacak olsa Neandartellerin bilgisayar yapmaları ve aya gitmeleri gerekirdi. Beyin büyüklüğü ile yaşam tarzı arasındaki tutarsızlık arkeologların kafasını karıştırmıştır. Tüm bunlara rağmen Neandertellerin kendilerinden önceki homininlere göre önemli bir açıdan farklı oldukları kesin gibi görünüyor. Tarihte ilk kez, bazı homininlerin kendi gruplarındaki diğer üyelere ilgi ve bakım gösterdikleri yönünde bir fikir ortaya çıkmıştır. Neandertallerin birbirlerine ilgi ve bakım gösterdiklerine ilişkin bir örnek, ölen yakınlarını seyrek olsa da gömmeleridir. Fransa'da yapılan kazı çalışmalarında 20 yerde en az 59 adet Neandertal gömütüne rastlanmıştır. Defnedilenlerin çoğunun bedeni, bazı arkeologların sembolik, belki de dini bir anlamı olabileceğini düşündüğü iyice kıvrılmış bir konumda yerkeştirilmişti. Bununla birlikte kimi arkeologlar ise cenazlerin kıvrılmış bir halde gömülmesinin tamamen daha küçük bir çukur kazmaya yönelik pratik bir nedenden ötürü olabileceğine dikkat çekmişlerdir.

ARKAİK HOMO SAPİENS'İN BEYNİ VE ZİHİN KURAMI
Başka bir kişiye ilgi ve bakım göstermeniz, o kişinin duygusal bakış açısını paylaşabileceğinizi, diğer bir deyişle empati kurabildiğinizi gösterir. Psikologlar bunu ''zihin kuramına sahip olmak'' şeklinde ifade ederler. Zihin kuramı kısaca, kendinizi diğer kişinin yerine koymayı, onun zihnine girmeyi içerir. İlgi ve bakım gösteren davranışlarından yola çıkarak Neandertallerin ve belki de diğer Arkaik Homo sapiens türlerinin bir zihin kuramı geliştimiş olmaları ihtimal dahilinde görülüyor. Kafatası çalışmalarına göre Neandertal beyninin Homo erectus'un beyninden sadece önemli ölçüde daha büyük olmakla kalmayıp aynı zamanda farklı bir şekilde biçimlendiği de açıktır. İngiliz antropolog Christopher Stringer'e göre Neandertallerin beyinleri özellikle daha uzun bir kafatası içindeydi ve daha geniş bir parietal loba sahipti.Evrilen homininlerde beyindeki beyaz madde bağlantı yollarının sürekli olarak gelişmesi de zihin kuramının edinilmesini muhtemelen kolaylaştırmıştır. Ayrıca beyin görüntüleme çalışmaları temporal-parietal bileşkenin zihin kuramı için önemini ortaya koymuştur.Örneğin, başka insanları bir hikaye içinde düşünmeleri istenen on iki gönüllü ile yapılan bir araştırmada sağ temporal-parietal bileşkenin zihinsel durumların  yorumlama sürecinde seçici bir şekilde görevlendirildiği ve temporal-parietal bileşkenin zihinsel durumları yorumlamada özel bir niteliğe sahip olduğu bildirilmiştir.Zihin kuramının ilgi çekici bir başka nöroanatomik yönü daha vardır. 1996'da maymunların beyinlerinde bir hedefe yöneli eylem gerçekleştirirken ateşlenen nöronların bulunduğu maymun başka bir maymunu benzer bir hareketi yaparken izlediğinde de bu nöronların aynı şekilde ateşlendiği saptanmıştır ve bu nöronlara ''ayna nöronlar'' adı verilmiştir. Bizler aslında ayna nöronlar sayesinde bir başkasının yüzüne top çarptığında veya yumruk atıldığında ürker, dehşet verici bir işkence anısı okurken kendimize yapılmış gibi ürpeririz. Neandertaller ilgili yapılan kafatası çalışmalarında zihin kuramına sahip olmalarından hareketle Neandertallerin ayna nöronlara sahip olmaları da muhtemel görünmektedir.

4.ERKEN DÖNEM HOMO SAPİENS
Modern insanlarla ilişkilendirdiğimiz özgün davranışlara dair en eski kesin arkeolojik kanıtlar, yaklaşık 100.000 yıl önce Ortadoğu'da ve Afrika'nın güney ucundaki mağaralarda ve kayalara yapılmış barınaklarda yaşayan bireylerden gelmektedir. Güney Afrika'daki mağaralarda ve kayalara yapılmış barınaklarda yaşayan insanlar deniz ürünleri ve yerel av hayvanları gibi çeşitli besinleri içeren bir beslenme düzenine sahiptiler. Ayrıca farklı ot ve bitkilerden yaptıkları yatakları kullanarak yerleşik sayılabilecek bir yaşam sürmekteydiler. Bu mağaralarda rastlanan kırmızı toprak boya ile kaplı kolye veya bilezik yapımı amacıyla istemli olarak delinmiş gibi görünen ve 77.000 yıl öncesine tarihlenen deniz kabukları da büyük ilgi uyandıran buluntulardır. Güney Afrika'daki kolye ve bilezik süslemek için kırmızı toprak boyanın kullanılması, toprak boyanın bu kültürde oynadığı önemli rol ile tutarlıdır.Bu mağaralarda yakın geçmişte 100.00 yıllık bir ''toprak boya işleme'' atölyesi ortaya çıkarılmıştır. 100.00 yıl önce toprak boyanın ne amaçla kullanıldığını kesin olarak söylemek mümkün değildir ancak delinmiş kabuklara uygulanması, ara sıra da olsa süslenme için kullanıldığını akla getirmektedir. Güney Afrika'daki mağaralarda yaşayanların o dönemde üstlerine oturan giysiler giymeye başlamış olduklarına dair kanıtlar da bulunmaktadır. Homininlerin, özellikle Avrupa ve Asya'nın soğuk ikliminde yaşayan Homo erectus ve Homo Sapiens üyelerinin ısınma amacıyla binlerce yıldır hayvan derisiyle örtündükleri tahmın edilmektedir.
Bu davranışlara ek olarak, bu dönemde Afrika'da yaşayan hominin grupları da geniş çapta seyahat etmeye başladılar. Elbette Homo sapiens Afrika'yı ilk terk eden ilk hominin türü değildi; Homo erectus bir milyon yıldan öncesinde kıtadan ayrılmıştı ve torunları Avrupa'dan Endonezya'ya kadar her tarafa dağılmıştı. Ancak ilk Homo sapiens'in Afrika dışına göçü farklı olacaktı. Bilim yazarı Carl Zimmer'in özetlediği gibi: ''Evrimin kısa bir döneminde Antarktika dışındaki bütün büyük kıtalar Homo sapens'e ev sahipliği yapmaktaydı. Bir zamanlar ormanlardan sürülen önemsiz bir şempanze alttürü dünyayı ele geçirmişti.''Homo erectus'tan farklı olarak, erken dönem Homo sapiens yolculuğunu Endonezya'da bitirmedi. Muhtemelen kütükleri ve sazları birbirine bağlayarak tekneler inşa etmiş ve o sırada Papua Yeni Gine ile Tasmanya'ya karadan bağlı olan Avustralya'ya ulaşmak için yaklaşık 65 km'lik açık okyanusu geçmişti.
Erken dönem Homo sapiens'in dünyaya yayılma hızı etkileyiciydi ama diğer hominin gruplarını yerlerinden ediş hızları daha da etkileyiciydi. Araştırmalar Homo sapiens'in yeni komşularıyla rekabet edemediği açıkca görülen Neandertallere göre sayıca çok daha hızlı arttığını göstermektedir. Homo sapiens'in üremede göstediği başarı ''akıllı bireylerin durmaksızın kendi yoldaşları arasından daha akıllı olanları seçtikleri sarmal bir baskı''nın parçasıydı.

İÇEBAKIŞÇI BENLİK
Kabuktan yapılmış takılar takması, süslenmesi ve üstüne oturan giysiler giymesi erken dönem Homo sapiens'in diğerlerinin onunla ilgili düşüncelerinin farkına vardığını düşündürüyor. Süslenme, bir Homo sapiens'in başka bir Homo sapiens'in kendisi hakkında ne düşündüğünü düşünmesini gösteren bir göstergedir. İşte bu içebakışçı benliktir. Başkalarının düşüncelerine karşı farkındalık gösterme ikinci derece zihin kuramıdır. İkinci derece zihin kuramının edinilmesi, kişinin kendi benliğini bir nesne olarak görmesini gerektirir. Bu sadece aynaya bakıldığında kendini tanımak değil, diğer insanlara nasıl göründüğünüzü ve onların sizi nasıl gördüklerine dair düşüncelerinizi de içerir. Bu durum sizin kendiniz hakkında düşündüklerinizi düşünmenizi de kapsar. Kısacası bu, içebakışçı benliktir. Erken dönem Homo sapiens'in süslenmesi ve üste oturan kıyafetler giymesi kendisi ve başkalarına nasıl göründüğü hakkında düşündüğünün göstergesidir. Dolayısıyla, homininlerin tarihinde ilk kez bir erkek ayı derisinin kendisine yakışmadığını veya bir kadın kabuktan yapılmış kolyesinin onu daha güzel gösterdiğini düşünmüş olabilir. Eğer durum buysa tüketim ekonomisinin doğuşu bu dönemlere rastlamış olabilir.
İçebakışçı bir benliğin evrimi, erken dönem Homo sapiens'e özellikle sosyal etkileşimlerde ve diğerlerinin davranışlarını öngörebilme konusunda diğer homininlere göre büyük bilişsel avantajlar sağlamıştır. Bu yetenek Homo sapiens'in grup avcılığı gibi grupla gerçekleştirdikleri eylemleri büyük ölçüde kolaylaştırmış ve bu bilişsel beceriye sahip olmayan diğer homininlere karşı çatışmalarda ona önemli bir üstünlük sağlamıştır. İngiliz sosyolog Zygmunt Bauman içebakışçı benliğe sahip olmayı şöyle açıklar: ''Diğer hayvanlardan farklı olarak sadece bilmekle kalmıyoruz, bildiğimizi de biliyoruz. Farkında oluşumuzun farkındayız, bilince sahip olduğumuzun, bilinçli olduğumuzun bilincindeyiz. Sahip olduğumuz bilginin kendisi bilginin nesnesi: Düşüncelerimize tıpkı ellerimize, ayaklarımıza ve bedenlerimizi çevreleyen ancak onların bir parçası olmayan şeylere baktığımız gibi gözümüzü dikip bakabiliyoruz.''

İÇEBAKIŞÇI BENLİK VE DİL
Homo sapiens'in etkili iletişim biçimlerine sahip olmadan dünyayı dolaştığını hayal etmek olanaksızdır. Gruplar halinde avlanmak için esşgüdümlü eylemler de iletişim becererileri gerektirir ancak vahşi köpekler, kurtlar, aslanlar, babunlar ve şempanzeler gibi pek çok hayvan bunu gelişmiş dil becerilerine sahip olmadan yapmaktadır. Bazı araştırmacılar dilin homininlerin evriminde erken dönemlerde edinildiğini ve hatta evrimin ana nedenlerinden biri olabileceğini savunmaktadır. Tartışmanın diğer tarafında ise beynin evriminin önce, dil gelişiminin ise sonra oluştuğunu, bunun tersinin söz konusu olamayacağını düşünenler bulunmaktadır.
Nörobilimci Richard Passingham, içebakış ile dil arasındaki benzerliklerin ''düşündüğümüzü duymak'' ve ''iç dünyamızın sürekli devam eden yorumlanmasından'' ibaret olduğunu belirtir. Dolayısıyla, içebakışçı benlik ile bildiğimiz şekliyle dilin beraber gelişmiş olması muhtemek gibi görünmektedir. Benzer şekilde Wake Forest Üniversitesi'nden psikolog Mark Leary'ye göre de ''dil yalnızca sembolik düşünceyi değil, aynı zamanda bireyin kendi iletişiminin ve alıcı olarak diğerlerinin farkına varmış olmasını da gerektirir.'' Dil gelişimini insanın bilişsel gelişimine, özellikle de içebakışçı bir benlik kazanmasına bağlamak, primat dili ile insan dili arasındaki karşıtlığı da kesinleştirir. Rochester Üniversitesi'nden anatomici Georg Washington Carver bunu kısa ve öz bir şekilde şöyle belirtir: '' Bir maymunun konuşmamasının tek sebebi, söyleyecek bir şeyinin olmamasıdır.''
İnsanda konuşmanın büyük bir kısmı , nispeten kısa bir önce kortekste gelişen iki beyin alanı tarafından kontrol edilir. Birinci frontal lobda bulunan Broca alanıdır: burası sözlü konuşmayı kontrol eder ve anatomik olarak ağız, dil ve gırtlak kaslarını yöneten beyin bölgesine bitişiktir. İkinci konuşma alanı, temporoparietal bileşkeye bitişik, üst temporal lobda yer alan Wernicke alanıdır: burası konuşmanın anlaşılmasını kontrol eder ve anatomik olarak işitme ile ilişkili beyin bölgesinin bir parçasıdır. Bu nedenle, özfarkındalığın, başkalarının düşüncesine yönelik farkındalığın ve kişinin kendi düşündüğünü düşünme becerisinin gelişmesiyle ilişkili olan beyin alanlarının dil gelişiminde rol oynayan beyin alanları ile örtüştüğü görülür.

ERKEN DÖNEM HOMO SAPİENS'İN BEYNİ
Homo sapiens'in beyni en az 100.000 yıl önce zaten 1.350 cm küpe ulaştığı için daha fazla büyümesi de olası değildi, yoksa doğum sırasında bebeğin başı doğum kanalındaki kemik yapılarından geçemezdi. Bu nedenle, erken dönem Homo sapiens'te görülen beyin değişiklikleri beyin hacmindeki artışla ilgili olmayıp daha çok beynin içindeki değişiklikleri kapsar.
Son yıllarda beyin görüntüleme teknikleri kullanılarak içebakışçı benlikle ilişkili olan beyin alanları detaylı olarak araştırılmıştır. 1999 ile 2009 yılları arasında yapılan araştırmların meta analizinde içebakışçı düşünceyle harekete geçirilen dört ana beyin kümesi belirlenmiştir. Bu kümlerden ilki önsingulat ve insula alanlarıdır. İkinci beyin kümesi frontal kutup, lateral prefrontal korteks ve orbitofrontal bölge, üçüncü beyin kümesi önsingulatın orta hattının arkasında yer alan arka singulat ve son beyin kümesi ise temporal lobun temporal kutup olarak adlandırılan en ön kısmıdır.


KAYNAK:BEYNİN EVRİMİ VE TANRILARIN ORTAYA ÇIKIŞI-E.FULLER TORREY

15 Ocak 2017 Pazar

Platon ve Aristoteles Karşılaştırması




 BİLGİ VE VARLIK GÖRÜŞÜ BAĞLAMINDA KARŞILAŞTIRMA
         Platon ruhumuzda doğuştan bilgilerin var olduğuna ve bu bilgilerin anımsama(anamnesis)yoluyla ortaya çıkacağını düşünmektedir. Anımsama kavramı, Platon'da ruhun ölümsüz olduğuna dair bir göstergedir. Ayrıca ona göre nesneler dünyası yani görünür dünya duyularla algılandığından ve duyularımızın da bizi aldatabileceğinden dolayı insan nesneler dünyası içinde hep bir yanılgı içindedir. Ona göre  asıl olan idealar dünyasıdır. İdealar mükemmel varlıklardır ve bizim bu dünyada algıladığımız çokluklara karşı idealar tek bir öz(ousia)den oluşmaktadırlar. İdealar için bir var oluş veya yok oluş söz konusu değildir. Onlar nesneler dünyamızın dışında düşünsel evrende bulunan varlıklardır. İdealar dünyasına ise ulaşmanın tek bir yolu vardır o da diyalektik yöntemdir. Diyalektik yöntem duyumların çokluğunu ideaların tekilliğine indiren bir yoldur. Diyalektik toplama ve ayırma diye iki ayrı faaliyete dayanır: İlk olarak dağınık kavramlar bir bütün halinde toplanır daha sonra bu kavramları ana yerlerinden ayırarak çözümleme yoluna gidilir. Yani bu yöntemle Platon tümdengelimsel bir yol izlemektedir.

     Ne var ki öğrencisi Aristoteles Platon'un idealar kuramını ve ruhun ölümsüzlüğü öğretisini desteklememektedir. Ona göre idealar nesneler dünyasının dışında, zamandan ve mekandan bağımsız varlıklar değil aksine nesneler dünyasında bizimle birlikte var olan varlıklardır. Aristoteles bu ideal varlıkların bir ''öz''den ve bir ''form''dan oluştuğuna inanmaktadır. Öz yani ruh, formundan yani bedeninden ayrılıp kendi başına bir yaşam süremez. Bu bağlamda Platon'un ruh göçü öğretisine tamamen karşı çıkmıştır çünkü ona göre form, özün kendisini meydana getiren bir araçtır ve bu araç olmazsa öz denen varlıkta olmaz. Ayrıca ona göre bilgi akılda doğuştan var olmamaktadır ama aynı zamanda bilgiye ulaşmanın tek yolu da akıldır. Akıl ise ruhla ilişkilidir ve bilmeye yetili tek yönümüzdür. Aristoteles'in akıl kavramında Edilgin(pasif) akıl yani bilginin malzemesinin verildiği yer olan duyuların olduğu kısım ve duyuların verdiği bilgileri işleyen Etkin(aktif) akıl kısmı vardır. Kısaca Aristoteles'e göre '' Bilgi duyumla başlar fakat duyum bilgi değildir. Bilgide duyumun yanında başka bir ögenin yani aklın işe karışması söz konusu olmazsa asla bilgi meydana gelmez''. Ayrıca Aristoteles, hocası Platon'un izlediği tümdengelimsel yola da karşı çıkmaktadır. Ona göre var olanlar tek tek şeylerdir. Asıl önemli olan tek tek şeyleri bir çatı altında toplamak ve tümel önermeler elde etmektir; ancak bu sayede bilgiye ulaşılabilir. Tümevarım yapmanın en iyi örneği de tasım(kıyas) yapmaktır.

DEVLET GÖRÜŞLERİNİN KARŞILAŞTIRILMASI
     Platon'un Politeia(Devlet) romanında yola çıkarak onun devletinin amacının tek tek bireyleri mutlu etmek değil toplumun mutluluğunu sağlama olduğunu görmekteyiz. Onun ideal devleti tek tek devletler gibi gerçeklikte yoktur sadece ideal biçim olarak vardır. Yani Platon'un ideal devlet tek tek devletler için bir ideal model oluşturmaktadır. Platon'nun bu ideal devletinde sınıf ayrılıkları söz konusudur; bu sınıflar ise işçiler, koruyucular ve yöneticiler olmak üzere üç sosyal tabakadan oluşur. İşçi sınıfı devlet için çalışıp üretim yapan kısımdır ve onların erdemleri çalışkan olmaktır. Koruyucular ise devleti iç ve dışta korumakla yükümlü olan kişilerdir. Onların erdemi cesaretli olmaktır. Koruyucuların devleti korumak yerine devletin başına geçmek gibi davranışlarda bulunmaması için onlara sadece beden eğitimi verilmektedir. Ayrıca koruyucular aile kuramazlar ve özel mülk sahibi olamazlar. Üçüncü sınıf olan yöneticiler sınıfı ise toplumun yararını gözeten bilge kişilerdir. Onların erdemleri bilgeliktir. Platon'a göre yöneticiler filozof; filozoflar ise yönetici olmalıdır. Ölçülülük ve adalet erdemi ise her sınıf için geçerli olmaktadır. Platon'un devleti tek bir yönetici ile değil, felsefe eğitimi almış ve bütün bedensel hazlardan arınmış yaşlı aristokratlar tarafından yönetilmelidir. O, bu yönüyle de demokrasi yönetimine tamamen karşı çıkmaktadır; çünkü ona göre ona göre demokrasi bozuk bir yönetim şeklidir ve çoğunluğun zorbaca yönetimine dayanmaktadır. Platon'un yaşlılık döneminde yazdığı Nomoi adlı eserinde de aristokrasi ve demokrasinin birleşimi olan bir yönetim biçiminden bahseder. Burada yöneticilerin eşit paylaşım yapabilmesi için iyi matematik bilmesi gerektiğini söyler. Ayrıca burada erdemlerin yerini yasalar(nomos) almıştır.

        Aristoteles ise Platon gibi bir ideal devlet görüşü düşünmez onun yerine tek tek var olan devletlere ve yönetim şekillerine yönelik bir eleştiri yapar. Platon ile benzer bir yönü ise devletin varlık nedenini insanların erdemli ve mutlu olabildiği bir toplum yaratmak olarak görmüştür. Aristoteles'e göre insan ''zoon politikon''dur; yani politika yapan bir varlıktır, bu da ancak bir devlet ve toplumun içinde gerçekleştirilebilecek bir şeydir. Yani Aristoteles, devletin ortaya çıkışını insanın doğasına bağlamıştır. Aristoteles devletteki en önemli ve temel erdemi adalet olarak görmektedir. O, adaleti  bir yandan toplumun düzeniyle ilgili bir kavram olarak görürken öte yandan da onu bireyin durumuna ilişkin özel ve aynı zamanda ideal değil reel bir erdem olarak görmektedir. Ayrıca Aristoteles'e göre sadece bir toplum içinde yaşamak insanı vatandaş yapmaz. Ona göre yurttaş devlet içerisinde aktif olarak yargıya ve yönetime katılan kişidir. Bu bağlamda o dönemde var olan yönetim şekillerine eleştiride bulunmuştur. O iyi yönetim şekillerini Politeia, Aristokrasi ve Krallık olarak görürken bunların tam karşıtı olan Demokrasi, Oligarşi ve Tiranlık'ı kötü ve bozuk olarak nitelendirmiştir. Burada hocası Platon gibi demokrasi taraftarı olmadığını görmekteyiz çünkü Aristoteles'e göre politeia yönetiminde insan erdemli ve iyi bir birey iken demokrasi yönetiminde kötü ve erdemsizdir hatta birey bile değildir. Son olarak Aristoteles'in devlet anlayışında değineceğimiz bir başka nokta da polislerdeki nüfus sayısıdır. Ona göre nüfus sayısı belli bir rakamın altında olmalı ve bu rakamı geçmemelidir çünkü nüfus sayısı çoğaldıkça insanları yönetmek zorlaşır ve insanlar nüfusun çok olduğu polislerde birbirini tanıyamaz ve birbirleriyle zorunlu olarak bir yabancılaşmaya maruz kalırlar.
      

           

     
         
           
       


9 Ocak 2017 Pazartesi

Slvya Walby'nin Ataerkillik Kuramı Hakkında Genel Bilgi




                      
          Walby, ortaya koyduğu bu kuramda ataerkillik ve kapitalizm arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışmıştır. Ona göre ataerkillik kapitalizme kenetlenmiş bir yapıdır fakat bu kenetlenme aralarında çatışma olmayacağı anlamına da gelmiyor. Birbirleriyle çıkarları için dost olan iki insan gibi bu iki yapıda çıkarlarının örtüşmediği yerde çatışmaya girmektedir. Örneğin, savaş zamanlarında erkek nüfusunun savaşa gitmesi ve geride kalan tüm üretim işlerinin ve kapitalin yani paranın kadınlara kalması bu çatışmaya bir örnek olarak verilebilir. 
            Walby ataerkilliğin birbirinden bağımsız ama birbiri ile etkileşim halinde olan altı kategorisinden bahseder. 
             Birincisi ev içi üretim ilişkileridir.Ona göre asıl ataerkillik ve kapitalizm burada başlıyor çünkü kadınlar ev işleri, çocuk bakımı gibi emek gerektiren işleri evlerinde bir ücret almadan yapıyorlar ve bu da sanki kadının doğal bir işi olarak görülüyor. 
             İkincisi ise ücretli işler. Kadın iş piyasasına katılsa bile asla en iyi konumlara gelemiyor ya da maaşları erkeklere göre daha az oluyor. 
             Üçüncüsü ataerkil devlettir. Siyaset alanının tümüyle erkek cinsi ile bütünleşmesi, kadının siyasete girse bile asla erkekler kadar güçlü bir siyasi konuma gelememesi tamamen aterkil devlet yapılanmasının bir sonucudur.
             Dördüncüsü erkek şiddetidir. Kadınların erkeklerden gördüğü şiddet gerek özel alanda gerekse kamusal alanda kendini göstermektedir.  Ayrıca Walby'e göre devlet kadına olan bu şiddeti gizliden gizliye desteklemektedir.
             Beşincisi cinsel ilişkilerde ataerkilliktir. Çoğunlukla heteroseksüel ilişkilerin desteklenmesi ve diğer cinsel yönelimlerin bir sapma olarak görülmesidir. Heteroseksüel bir çift çocuk yapabilme işlevine sahiptir ve bu da potansiyel olarak dünyaya ileride kapitalizmin istediği iş gücünü getirebilecekleri anlamına gelmektedir.
               Altıncısı ve son olanı ataerkil kitle iletişim araçları ve kültürel kurumlardır. Medya, eğitim, sanat ve din gibi kurumlar kadın üzerindeki ataerkilliği legalleştirmeye yardımcı olan bir diğer mekanizmalardır. Bu mekanizmalar ataerkilliği dolaylı ya da doğrudan yansıtan imgeler üretmektedirler.
             Walby ayrıca iki türlü ataerkillikten söz etmektedir. Kadınların ataerkil normlar tarafından (örneğin şiddet) zorla özel yaşam alnında tutulması ve egemenlik altına alınması, kamusal alana girişinin engellenmesi Mahrem(özel) ataerkilliktir.Bir diğeri ise kadınların erkeklerle ortak yaşam alanlarında bulunamayacağını öne süren ve ayrıca, kadının siyaset, ekonomi vb alanlarda iyi bir seviyeye gelmesini engelleyen Kamusal ataerkilliktir.

7 Ocak 2017 Cumartesi

Hegemonik Erkeklik Teorisi Hakkında Genel Bilgi



               
             

         R.W. Connel tarafından ortaya atılan bir toplumsal cinsiyet teorisidir. Bu teoriye göre toplumsal cinsiyet düzeni sadece kadınlık durumlarına bağımlı olarak anlaşılamaz. Erkeklerin sahip olduğu iktidar ve gücün toplumsal cinsiyet eşitsizliğini yaratan önemli bir unsur olduğunu söyler. Ayrıca toplumdaki farklı düzeydeki erillik ve dişillik kuramlarından bahsetmektedir.
                Connel'a göre toplumsal cinsiyet düzeninin dört önemli unsuru bulunmaktadır: Bunlardan birincisi olan emek kavramıdır.Bu kavram ev işlerinin, çocuk bakımının ve ücretli işin örgütlenmesini içermektedir.İkinci olarak iktidar'ı ele almaktadır. İktidar kavramında erkekliğin otorite ile ilişkisi ifade edilir . Devletin ve iş dünyasının iktidar yapıları, şiddet grupları, cinselliği düzenleme yöntemleri ve özel yaşamda otorite üzerinde kendini ön plana çıkarmasını tanımlar. Örneğin, ordu veya devlet gibi toplumsal bir kurumun çoğunluğun erkeklerden oluşması bu kavramı destekler niteliktedir. Üçüncü ve son olarak cathexis kavramını ele alır. Cathexis duygusal ve özel ilişkilerdir. Genel olarak arzunun sosyal ve psikolojik örgütlenmesini içermektedir. Örneğin, homoseksüel bir ilişkide daha feminen karakter, evde yani özel yaşam alanında daha çok bulunmaktadır; buna karşılık daha maskülen olan ise iş hayatına girer ve kamusal alanda aktif olmaya çalışır. Bu bağlamda homoseksüel ilişkilerde de iktidar bakımından maskülenliğin daha ağır bastığını görmekteyiz.
             Toplumsal alanda tek bir erillik ve dişilik  tipi yoktur. Connel bu erillik ve dişillik tiplerini üçe ayırmaktadır: Teoriye adını veren hegemonik erillik bunlardan ilkidir. Ayrıca hegomonik erilliğin tamamlayıcısı olan bir de  vurgulanmış dişillik vardır. Hegemonik erillik; heteroseksüel cinsellik, otorite, ücretli iş ve fiziksel sertlikle bağlantılıdır. Bu kavramlardan hepsine sahip olan erkek toplum tabiriyle ''has erkek'' olarak adlandırılmaktadır. Bu özelliklere sahip olmayan erkeklerin erkekliğinden şüphe duyulur. Bu da erkekleri toplumsal anlamda sıkıntıya sokar ve bu yüzden erkekler sürekli olarak hegemonik erilliğe ulaşmaya çabalarlar.Vurgulanmış dişillik ise hegemonik erkeğin konumunun bu kadar güçlü olmasını sağlayan bir alt basamaktır. Eğer vurgulanmış dişillik kavramı olmazsa hegemonik erilliğin iktidarı sallantıya uğrar. Yani diyebiliriz ki vurgulanmış dişillik bir puzzleda tamamlayıcı parça görevi görmektedir. İkinci bir erillik kavramı ise işbirlikçi erilliktir. Hegemonik erilliğin bir alt basamağıdır. Onlar hegemonik erilliğin suç ortağı sayılabilirler ve hegemonik erilliğin konumundan faydalanmaya çalışırlar. Hegemonik erilliğe sahip olan bir erkek kadar nam sahibi değillerdir ama toplumda genel olarak madum dişillik kavramından daha yüksek konumdadırlar. Madum dişillik eşcinsel kadın  ilişkilerini kapsayan bir dişillik kavramıdır. Onun hemen arkasında da ise madum erillik yani eşcinsel erkek ilişkileri yer almaktadır. Ve en son basamakta yer alan direngen dişillik kavramı bulunmaktadır. Direngen dişillik genel olarak feminist bireyleri temsil eden yani hegemonik erilliğe tamamıyla karşı çıkan bireylerin yer aldığı basamaktır. Vurgulanmış dişillik zamanla direngen dişilliğe dönüşebilir. Ayrıca günümüz modern toplumlarında direngen dişillik daha fazla ortaya çıkmaya başlamıştır bu da hegemonik erilliğe ciddi bir tehdit oluşturmaya vesile olmaktadır.
           
                      

         

Şizofreni Nedir?






   
      Öncellikle şizofreni için genel bir tanım yapmak gerekirse şöyle denilebilir:Gerçek dünyayı algılama ve düşünme konusunda birtakım bozukluklar ortaya çıkaran, en az altı ay boyunca süren, kişinin sosyal ve kişisel işleyişini bozan bir zihinsel bozukluktur. Genellikle erken yetişkinlik(18 yaş) ve geç yetişkinlik(30 yaş) arasında ortaya çıkmaktadır.
      Peki şizofreni neden olur? Bunun için tek bir neden söylemek mümkün değil, birçok etken mevcuttur: genetik faktörler, çevresel faktörler ve beyin yapısında görülen değişiklikler. Şizofreni hastalarının genellikle beyinlerindeki bu değişiklik beyin taramaları sayesinde anlaşılabilmektedir. Ayrıca beyindeki nörotransmitterlerin değişimi de nedenlerin arasındadır. Şizofreni büyük oranda genetiksel bir psikolojik hastalıktır. Birinci dereceden akrabalarda şizofreni var ise bu kişinin yüksek oranda şizofreni hastalığına yakalanabileceği söylenebilir. Tabi bu hastalığın nedenleri sadece genetik faktörlerle sınırlı değil. Çevresel faktörlerin etkisini de yadsımamak gerekir. Büyük bir stres durumu insanlarda bu hastalığa neden olabilen çevresel bir etmendir. Örneğin, işten ayrılma, maddi sıkıntılar, sosyal ortam değişikliği ya da bir yakınını kaybetmek gibi.
      Şizofreni hastalarının genel olarak davranış ve düşünsel yetilerinde birtakım değişiklikler mevcuttur. Düşünme anlamındaki bazı değişiklikler: anormal inançlar (delüzyonlar), halüsinasyonlar; davranış anlamında bazı değişiklikler ise, toplumdan kendini soyutlamak, tek düze duygulanım ve dağınık düşünceler başta gelmektedir. Şizofren bireylerin genelde birtakım kişiler tarafından izlendiği ya da televizyon ve radyolarda onun hakkında konuşma yapıldığına dair delüzyonları olabilir. Gerçeklikle ilişkilerini koparıp halüsinasyonlar görebilirler ve bu halüsinasyonların onlara hakaret ettiğini, sorular sorduğunu duyabilirler. Bireyler kendilerini sosyal yaşamdan tamamen soyutlarlar ve çok üzücü olaylar karşısında gülme tepkileri gibi anormal tepkiler veya hiç tepki vermeme gibi duygusal eksiklikler yaşarlar. Ayrıca şizofreni hastalarının düşünceleri birbirinden kopuk ve dağınıktır.
     Hastalığın belirtilerine gelecek olursak, mental ve fiziksel belirtiler gibi iki sınıflama yapabiliriz. Mental belirtilerde kendi içinde ikiye ayrılır. Bunlardan birincisi olumlu belirtilerdir. Tabi bu bizim bildiğimiz olumluluktan daha ayrı bir anlam ifade eder. Olumlu belirtilerde hasta, normal insanlarda gözlenmeyen birtakım belirtilere sahiptir: sanrılar, halüsinasyonlar, yanlış inançlar ve düzensizlik gibi. İkincisi ise olumsuz belirtileridir.. Bu belirtiler normal işlevlerde azalma şeklinde meydana gelmektedir. Kayıtsızlık, yaşamdan zevk almama (anhedoni), umursamazlık, sosyal izolasyon, duygulanımda bozukluk gibi. Fiziksel belirtilere değinecek olursak, katatoni denilen kas eylemlerinde değişiklik görülmektedir. Katatoni tepkilerde azalma veya aşırı hareketlilik şeklinde olabilir. Tepkileri azalan şizofreni hastaları gün boyunca oturdukları yerden hareket etmeyebilirler ya da hareketlerinde gözle fark edilebilecek yavaşlıklar vardır.
      Tedavisine gelecek olursak, şizofreni tedavisi terapi desteği ve ilaçlarla birlikte yapılmaktadır. Hasta akut dönemde ise amaç psikotik düşünce ve davranışları azaltmaktır. Daha az dozda ilaçlar verilir. İlk olarak tipik nöroleptik ilaçlar(FGA) hastaya verilir, eğer hastada kas spazmı gözlenirse(ilacın yan etkisi) bu ilaçların yerine atipik denilen nöroleptikler(SGA) ilaçları verilir. Sabit bakım döneminde ise amaç hastalığın nüksetmesini engellemektir çünkü şizofreni hastalığı tedavi olunsa bile %20 tekrarlayabilme olasılığına sahiptir. Bu dönemde hastanın ağır stresler yaşamasını önlemek, uyuşturucu ve alkol kullanımı varsa azaltmak öncelikli amaçlar arasındadır. 
      





Neden Saldırganca Davranırız?

   Saldırganlık, sosyal psikolojinin uğraşı alanına giren bir davranış biçimidir. Psikolojide saldırgan davranışlar ikiye ayrılmaktadır: ...